© 2025 Mesut Şahin. Tüm Hakları Saklıdır.
İnsan, Kader ve Zaman Üzerine Bir Anlatı :Zamanın Yazgısı(Roman)

İnsan, Kader ve Zaman Üzerine Bir Anlatı :Zamanın Yazgısı(Roman)
Gerçekle rüya arasındaki sınırların silindiği, geçmiş ve geleceğin aynı anda yaşandığı bir içsel yolculuk… Zamanın Yazgısı, insanın kendini, kaderini ve zamanı sorguladığı edebi ve felsefi bir roman anlatısıdır.
İnsan, Kader ve Zaman Üzerine Bir Anlatı :Zamanın Yazgısı
1995 yılında, hayatım boyunca unutamayacağım iki rüya gördüm. Bu iki rüya, yıllar sonra yazdığım Zamanın Yazgısı adlı romanın temellerini oluşturdu. Her ikisi de kendi içinde derin, sarsıcı ve yön göstericiydi. İlki geçmişe, diğeri ise geleceğe açılan bir kapıydı. Biri içimdeki unutulmuş çocukla yüzleştirdi beni, diğeri yıllar sonra karşılaşacağım kendimle…
İlk rüyamda, çocukluğumun geçtiği şehir olan Malatya’daydım. Yıl 1983’tü. Her şey gerçek gibiydi. Sokaklar, dut ağaçları, tanıdık evler… Annemin yüzü, babamın sesi, ağabeylerimin varlığı… Ama en çok da beni sarsan şey, orada karşıma çıkan kendi çocukluğum oldu. Sekiz yaşındaki hâlimle karşı karşıyaydım. Bana dikkatle baktı ve sordu: “Neden bana benziyorsun?” Ardından, sesi biraz daha kısık ama çok daha dokunaklı bir şekilde tekrar konuştu: “Neden beni unuttun?” O an rüya ile gerçek arasındaki sınırlar silindi. O çocuk bendim. Belki de yıllar içinde unuttuğum, bastırdığım hâlim. Uyandığımda bunun sadece bir rüya olmadığını biliyordum. Bu, içsel bir yüzleşmeydi.
İkinci rüyam ise birkaç hafta sonra geldi. Bu kez gelecekteydim. İstanbul’daydım ve yıl 2025’ti. Evliydim. Bir kızım, iki oğlum vardı. O anın içinde huzur vardı ama aynı zamanda derin bir şaşkınlık da. Çünkü karşımdaki kişi, 50 yaşına gelmiş olan bendim. Yaşlı hâlimle göz göze geldik, konuşmadık ama suskunluğumuzda çok şey söyledik. O an, yaşadığım hayatın bir izdüşümünü görmüş gibiydim. Geçmişteki çocukla başlayan iç yolculuk, gelecekteki ben ile karşılaşarak tamamlanıyordu.
İşte bu iki rüya, Zamanın Yazgısı romanının çıkış noktasını oluşturdu. Ancak zamanla kurgu gelişti ve hikâyeye yeni bir damar eklendi: Selim’in rüyası.
Selim, hayatı boyunca ailesini hiç tanımamış bir gençtir. Bir gece, o da rüyasında geçmişe döner. Kendi bebekliğini görür ve o bebeği kucağına alır. Bu sahne, romanın duygusal derinliğini belirleyen güçlü bir metafora dönüşür. Çünkü burada mesele yalnızca geçmişe tanıklık etmek değil, geçmişi anlamak ve ona şefkatle dokunmaktır. Bir insanın kendine, köklerine ve yarasına dokunmasıdır bu.
Romanın merkezinde ise, mimarlık fakültesinde okuyan Melih yer alır. Kitaplarla büyüyen, sorgulayan, düşünen ve zamanla kendi iç yolculuğuna çıkan bir üniversite öğrencisidir. Rüyalar, okudukları ve karşılaştığı insanlar aracılığıyla Melih değişir, dönüşür. Bu süreçte tanıştığı önemli figürlerden biri de, dördüncü sınıf makine mühendisliği öğrencisi olan Selim’dir. Selim, Melih’in dünyasında yeni bir pencere açar. Onunla yaptığı sohbetler, hayatın başka bir yüzünü gösterir.
Fakat asıl gizem, Melih’in abisi gibi görünen ama bundan çok daha fazlası olan bir karakterde saklıdır: Âsım.
Âsım, roman boyunca rüyalarda bir metafor olarak karşımıza çıkar. Kimi zaman bir rehber, kimi zaman bir iç ses, bazen geçmişin yankısı, bazen geleceğin bir işaretidir. Zamanın içinden konuşan bir bilgelik figürüdür adeta. Melih’in sorularına doğrudan cevap vermez; ama onun kendi hakikatini bulmasına, kendi yolunu keşfetmesine zemin hazırlar. Çünkü bazı hakikatler anlatılarak değil, yaşanarak öğrenilir.
Roman, Melih karakteri üzerinden insanın varoluşunu, kaderin anlamını, zamanın doğasını ve mutluluğun hakikatini yeniden sorguluyor. Bu sorgulama yalnızca zihinsel bir arayış değil; rüyalarla, karşılaşmalarla ve içsel dönüşümlerle beslenen çok katmanlı bir yolculuk. Rüya ile gerçek, bilinç ile sezgi, geçmiş ile şimdi birbirine karışıyor; zaman çizgisi düz bir hat olmaktan çıkıyor ve içsel bir devinime dönüşüyor.
Zamanın Yazgısı, okuyucusunu kendi geçmişiyle, hayalleriyle ve yazgısıyla yüzleştiren bir aynaya dönüşüyor. Roman boyunca şu sorular adım adım beliriyor: İnsan nedir? Hayat ne için yaşanır? Mutluluk gerçekten ulaşılabilecek bir şey mi, yoksa bir yanılsama mı? Ve kader dediğimiz şey, bizim dışımızda çizilmiş sabit bir yol mu, yoksa her adımda yeniden yazılan bir anlatı mı?
Melih’in iç dünyasında bu sorulara verilen cevaplar kesin yargılar değil; daha çok düşünmeye, sezmeye ve hissetmeye çağıran davetlerdir. Kimi zaman bir rüyanın içinden yükselir bu sorular, kimi zaman Âsım’ın sesi olur; bazen de sessizliğin içinden duyulur. Melih için zaman, sadece saatlerin akışı değil; geçmişte kalan bir çocukla yüzleşmek, gelecekteki benliğine göz göze gelmek ve şimdiyle barışabilmektir.
Kader ise, Melih’in gözünde yazılmış bir senaryo değil; sorumluluğunu almaya cesaret ettiğimiz bir seçimler bütünüdür. Her insanın hayatı bir yazgıdan ibaretse, o yazgının içinde özgürlük ne kadar yer bulabilir? İşte roman bu türden ikilemleri de cesurca sorguluyor.
Zamanın Yazgısı, okuyucusunu yalnızca olayların peşinden sürüklemiyor; ona bir pencere açıyor. O pencereden bakınca görülen şey, sadece Melih’in veya Selim’in hikâyesi değil; kendi hikâyemiz. Ve belki de her okuyucu, bir noktada Melih’in gördüğü rüyaları kendi iç yolculuğunda yeniden yaşamaya başlıyor.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!