© 2025 Mesut Şahin. Tüm Hakları Saklıdır.
Hayat Üzerine Samimi Düşünceler: Öğrenmek, Yaşamak ve Sevmek Üzerine Bir İçsel Yolculuk (2)


Hayat Üzerine Samimi Düşünceler: Öğrenmek, Yaşamak ve Sevmek Üzerine Bir İçsel Yolculuk (2)
Öğrenmekle başlayan, yaşamla derinleşen ve sevgiyle tamamlanan bir hikâye… Hayatın özüne dokunmak isteyenler için kişisel ve felsefi bir yolculuk.
Hayat Üzerine Samimi Düşünceler(2)
Sorular ve Dönüşüm
Artık sorular sormaya başlamıştım. Ve bu, felsefenin ilk adımıydı. Her soru, beni daha derinlere çeken bir kuyunun ipiydi; cevaplar ise çoğu zaman yeni sorulara açılan bir kapıydı. Artık okuduğum her kitapta hayata, insana ve yaşama dair ipuçları arıyordum. Romanların büyülü dünyasında bile bu arayışım sürüyordu. Çünkü çoğu zaman en gizemli ve derin ipuçlarını orada buluyordum.
Romanlar, sadece bir hikâye anlatmaz; her karakter, her olay ve her mekân, bir yaşamın izdüşümüdür. Okurken kendimi bu karakterlerin yerine koyuyor, onların gözlerinden dünyaya bakıyordum. Onların düşündüğü gibi düşünüyor, hissettiği gibi hissediyor, yürüdüğü yollarda yürüyor ve bazen hayallerimde uçuyordum. Bu deneyim, bana bambaşka hayatlar sunuyordu. Kitap okumak artık sinema izlemekten ya da bir dizi seyretmekten çok farklıydı. Çünkü her şey benim zihnimde canlanıyordu. Mekânı ben kuruyor, dekoru ben belirliyor, karakterleri kendi hayal gücümle yeniden yaratıyordum.
O dönemde okuduğum Kervan isimli bir kitap vardı ki, etkisi hayatımda bir dönüm noktası gibiydi. Her karakteri ayrı ayrı yaşamış, her hikâyeyi kendi içimde derinlemesine hissetmiştim. Bana sunduğu haz, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar büyüktü. O kitap, yalnızca bir eser değil, bir yolculuktu benim için. Ve ben bu yolculukta adım adım değiştiğimi hissediyordum. Ruhumda bir dönüşüm başlamıştı; bunu iliklerime kadar hissediyordum.
Tam bu değişimin içinde, Franz Kafka’nın Dönüşüm (Metamorfoz) adlı kitabını okumaya başladım. Gregor Samsa’nın hikâyesi, beni kendi dönüşümümle yüzleştiriyordu. Hayal kurmaktan kendimi alamıyordum. Bir sabah uyanmışım ve bir örümceğe dönüşmüşüm… O anda, Kafka’nın dehasını zihnimde yaşatıyor, kendi dönüşümümle onun yarattığı dünyanın iç içe geçtiğini hissediyordum.
Dönüşüm, insanın varoluşsal çelişkileri ve kimlik arayışı üzerine derin bir sorgulama sundu. İnsan, kendini ne zaman ve nasıl tanır? Hayatta her şey alışılmış bir rutinde ilerlerken, bir sabah tüm bu düzen bozulursa ne olur? Kafka’nın hikayesi, zihnimde bu soruları yankılarken, kendi hayatımda yaşadığım değişimi anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyordum.
O dönemde fark ettim ki, okuduğum her kitap bir aynaydı. Ve her aynaya baktığımda, kendi içimdeki dönüşümün farklı bir yüzüyle karşılaşıyordum. Romanlar, beni başka hayatlara taşırken, aslında kendi hayatımı daha derin bir şekilde anlamama yardımcı oluyordu. Belki de bu yüzden, her yeni hikâye, benim için bir yol arkadaşıydı.
Bilgiye Açlık ve İnsan Olmanın Anlamı
O dönemi tek bir cümleyle tarif edecek olsam, şöyle derdim: “Doğayı, insanı, çevreyi tanımaya çalışan, bilgiye aç, kendini yeni keşfetmiş genç bir insan.” İçimde sürekli büyüyen bir merak vardı; bu merak, tıpkı susamış bir bedenin suya duyduğu ihtiyaç gibiydi. Kendimi, anlamaya ve öğrenmeye adanmış bir ruh gibi hissediyordum. O dönemde sanki tek bir amacım varmış gibi geliyordu bana: Her şeyi öğrenmek.
Dünyayı öğrenmek, yaşamı öğrenmek, sanatı öğrenmek, tarihi öğrenmek, zamanı öğrenmek, yaratılışı öğrenmek… Tüm bu öğrenme isteği, hayatımı anlamlandıran temel unsura dönüşmüştü. O zamanlar biri bana “Hayatın anlamı nedir?” diye sorsaydı, hiç düşünmeden “Öğrenmek” derdim. Çünkü bilgi, insan için en kıymetli ve en güçlü hazinedir.
Bilgi, sadece bireyin değil, insanlığın da en büyük gücüdür. Ekonomi, tarım, iletişim, sanat, din, teknoloji… Hayatın hangi alanına bakarsak bakalım, bilgiden yoksun bir yaşam düşünülemez. Bilgi, insana yaşamın en zorlu yollarında bir ışık tutar. Günümüzde bile bilgili olmak, bireyi hem güçlendirir hem de yaşamını kolaylaştırır. Öyle ki, bilgili insanlar tarih boyunca toplumun en üst tabakalarında yer almış, saygı ve itibar görmüşlerdir.
Hz. Âdem’in yaratılış hikâyesine bakın mesela… Melekler arasında onu farklı kılan, ona üstünlük sağlayan şey, bilgisiydi. Âdem, varlıkların isimlerini biliyordu; bilmek, öğrenmek, onu değerli kılan en temel unsurdu. Bu hikâye bile bize insanın yaratılışında bilginin ne kadar merkezi bir rol oynadığını gösterir.
İnsan, homo sapiens sapiens olarak tanımlanır. Bu isim bile insanın özüne dair bir mesaj taşır: Bildiğini bilen beşer. İnsan, yalnızca öğrenen değil, öğrendiğini fark eden, onu anlamlandıran ve geleceğe taşıyan bir varlıktır. Bilgi, insana bir kimlik kazandırır; onu doğadaki diğer canlılardan ayıran, sıradan bir varoluşu anlamlı bir yaşam hâline dönüştüren en temel olgudur.
Bu yüzden öğrenmek, insan olmanın bir gereğidir. Bilmek, hayatı kavramak, yaşamın akışına dokunmak demektir. Ve insan, ne zaman öğrenmeye duyduğu açlığı kaybederse, işte o zaman kendi özünden de uzaklaşır. Çünkü bilgi, insanın varlık nedenlerinden biridir; bizi güçlü, bilinçli ve özgür kılan yegâne hazinedir.
Hay Bin Yekzan ve Yaşamın Anlamı
Okumalarım devam ederken, İbn Tufeyl’in Hay Bin Yekzan adlı kitabı elime geçti. (Sanırım farklı bir baskıydı.) Kitap, yaratılışa dair hipotezler sunuyor, insanın bilgiye ve varoluşa olan yolculuğunu sade ama derin bir dille anlatıyordu. İbn Tufeyl, hikâyesinde ıssız bir adada yalnız bırakılan bir bebeğin, yani Hay Bin Yekzan’ın, hayatta kalışını ve yaşamı öğrenme süreçlerini gözler önüne seriyordu. Okudukça büyülenmiştim; çünkü hikâye yalnızca bir hayatta kalma macerası değildi. Felsefenin doğuşuna dair bir alegoriydi.
Hay, bir ceylan tarafından kurtarılmış ve onun sütüyle beslenerek büyümüştü. Ancak o büyüdükçe, sadece bedeni değil, zihni de gelişmeye başlamıştı. Hayatı, çevresini, doğayı, gökyüzünü ve yıldızları gözlemliyor; her şey üzerine düşünüyordu. Hay, bir filozof gibi sorular soruyor, “Ben kimim? Nasıl yaratıldım? Yaratıcı var mı?” gibi varoluşsal meseleleri sorguluyordu. Hatta yazar, Hay’ın dünya hakkında yaptığı çıkarımlarla dönemin bilimsel tartışmalarına da yer veriyordu. Dünya yuvarlak mıydı, yoksa düz müydü? Bu gibi sorular ve sunulan hipotezler, kitabı daha da büyüleyici hâle getiriyordu.
En çok ilgimi çeken ise Hay’ın öğrenme biçimiydi. Hay, kitaplardan bir şeyler öğrenmiyordu; biri ona bilgi sunmuyordu. O, deneyimleriyle, gözlemleriyle, sınamalarıyla, yani yaşayarak öğreniyordu. Yaşam onun öğretmeniydi. Öğrendiği her şeyi bizzat deneyimliyor, öğrendiklerini doğrudan hayata katıyordu. Bu durum beni derin düşüncelere sevk etti.
O an fark ettim ki öğrenmenin bir yolu daha vardı: Yaşayarak öğrenmek. Hay, bilginin zihinsel bir süreçten öte deneyim ve eylemle pekiştiğini gösteriyordu. Bu beni şu sorulara götürdü: Yaşamak ne demektir? Hangi hayatı yaşamalıyız? Öğrendiğimizi yaşamak ne anlama gelir? Sadece bir konuda bilgi sahibi olmak yeterli midir, yoksa bu bilgiyi deneyimlemek daha mı önemlidir?
Bu noktada, halk arasında sıkça söylenen bir söz aklıma geldi: “Bin nasihatten bir musibet evladır.” Yani, ne kadar çok öğüt dinlerseniz dinleyin, tek bir yaşanmışlık her şeyden daha etkili olabilir. Bu durum, “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” sorusunu da çağrıştırıyordu. Hangisi daha kıymetliydi?
Sonunda vardığım sonuç şuydu: Öğrenmek ve yaşamak. Hayatın anlamı bu iki kelimenin içinde saklıydı. Öğrendiğini yaşamadan, yaşadığını öğrenmeden insanın varoluşu eksik kalırdı. Bilgi, salt bir zihinsel süreç olmaktan öte, deneyimle şekillenmeliydi. Yaşamadan öğrenilen bilgi, soyut ve yarımdı; oysa öğrenilenin deneyimle pekişmesi, bilgiyi gerçek kılar ve insanı dönüştürürdü.
Bu farkındalık beni derinden etkiledi. Öğrendiğimizi yaşamak, yaşadığımızı öğrenmek… Hayatın sırrı burada saklıydı. Çünkü bu ikisi bir bütündü; biri olmadan diğeri anlamını yitirirdi. İşte İbn Tufeyl’in Hay Bin Yekzan’ı, bana yalnızca bir hikâye anlatmakla kalmamış, yaşam ve bilginin özüne dair en derin gerçekleri öğretmişti.
Sevgi: Hayatın Ruhudur
İnsan, yalnızca aklıyla değil; kalbiyle, duygularıyla, incinmişlikleriyle ve umutlarıyla var olur. Bu duyguların en derini, en kuşatıcı ve en dönüştürücü olanı ise sevgidir. Belki de hayat dediğimiz şeyin bütün anlamı, o görünmeyen ama hissedilen sıcaklıkta saklıdır. Çünkü sevgi olmadan yaşam, yalnızca bir süreklilik hâlidir; ruhsuz bir beden gibi eksik, sessiz bir evren gibi ıssızdır.
Sevgi, bir ihtiyaç değil; bir varoluş biçimidir. Ne beklentiyle doğar ne de karşılık umar. O, insanın özünde mevcuttur; tıpkı bir tohumun içinde saklı duran orman gibi. İnsan, sevmeye başladığında yalnızca bir başkasına yönelmez; aynı zamanda kendi varlığını da keşfeder. Çünkü sevgi, bizi birbirimize değil; hep birlikte insana, hayata ve varoluşa bağlayan köprüdür.
Sevgiyle dokunulan her şey canlıdır. Bir bakışta, bir sessizlikte, bir dokunuşta… Hatta söylenmeyen bir sözde bile sevgi yankılanabilir. Bir kez kalbe işledi mi, artık silinmez; yaşamın en sessiz anlarında bile kendini duyurur. Sevgiyle bakmak, bir insanı olduğu gibi görebilmektir. Yaralarını inkâr etmeden, kusurlarını düzeltmeye çalışmadan… Onu tüm eksiklikleriyle kabul etmektir.
İnsan, sevmeyi öğrendiğinde yalnız bireyi değil, bütünü anlamaya başlar. Bir çocuğu sevmek, masumiyete yönelmek; bir ağacı sevmek, sabrı anlamaktır. Bir yıldızı sevmek, uzaklara duyulan özlemde kendini bulmak… Ama en çok da insanı sevmek gerekir. Çünkü insanı sevmeyen, insanlığı anlayamaz.
Tarihin tüm büyük sözleri, yazılmış tüm şiirler, anlatılan bütün efsaneler bir yerde aynı yola çıkar: sevgiye. Çünkü sevgi, yalnızca bir his değil; hayatı taşıyan, yön veren, ona derinlik ve ruh kazandıran bir ilkedir. Onsuz bir dünya, ne öğrenilebilir ne de yaşanabilir bir yerdir. Sevgi, hayatın dilidir. Ve o dili bilmeyen, hiçbir şeyi tam anlamıyla anlayamaz.
Bir an durup düşünelim: İşini sevmeyen biri ne kadar üretebilir? Eşini, çocuğunu, doğayı, toprağı sevmeyen birinin kalbi neyle doludur? Sevgiyle yoğrulmamış bir yaşam, sadece zamana bırakılmış bir gölgedir. Tıpkı suyu olmayan bir nehir yatağı gibi; derin olabilir ama akmaz. Tıpkı nefessiz bir gökyüzü gibi; sınırsızdır ama yaşanmaz.
Sevgiyle öğrenmek, bilginin yalnızca ezber değil, içsel bir dönüşüm olduğunu gösterir. Sevgiyle yaşamak, her gün yeniden doğmak gibidir. Çünkü sevgisiz bir bilgi, yalnızca yüktür; sevgisiz bir yaşam ise yalnızca var olmaktır, yaşamak değil.
Ve belki de en önemlisi şudur: Sevmek, başkalarını anlamanın ve kendini tanımanın en insanca yoludur. Bir ağacı sevdiğinde onun gölgesini, bir hayvanı sevdiğinde onun güvenini, bir insanı sevdiğinde onun varlığını hissedersin. Yaratıcıyı sevmek ise, var olmanın sırrına bir adım daha yaklaşmaktır.
Sevgi, görünmeyen bir doku gibi sarar yaşamı. Her şeyi birleştirir, bütünler, derinleştirir. Belki de insanlığın en büyük sorumluluğu, sevgiyi hatırlamak ve onu her nefeste, her adımda yaşatmaktır. Çünkü sevgi, yalnızca bir duygu değil; insan olmanın ta kendisidir.
Üçlü Hakikat
Hayatın anlamını üç kelimede özetlemek mümkün: Öğrenmek, Yaşamak ve Sevmek. Bu üç kelime, insanın varoluşunun özünü ve amacını açıklar. Öğrenmek, hayatı anlamak için bir kapıdır. Yaşamak, o anlamı deneyimlemektir. Sevmek ise tüm bu anlamların ruhudur, onları birbirine bağlayan kutsal bir bağdır.
Öğrenmeden hayat eksik kalır; yaşanmadan öğrenilen her şey yarım kalır; sevilmeden yaşanan her şey ise anlamsız olur. Hayatı tam anlamıyla kucaklayabilmek için bu üç özün bir bütün hâline gelmesi gerekir. Çünkü hayat, ancak öğrenerek, yaşayarak ve severek anlam kazanır.
Şimdilik bu üçünde hemfikiriz.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!