Yükleniyor...

Hayat Üzerine Samimi Düşünceler: Öğrenmek, Yaşamak ve Sevmek Üzerine Bir İçsel Yolculuk (1)

Hayat Üzerine Samimi Düşünceler: Öğrenmek, Yaşamak ve Sevmek Üzerine Bir İçsel Yolculuk (1)
09.07.2025

Hayat Üzerine Samimi Düşünceler: Öğrenmek, Yaşamak ve Sevmek Üzerine Bir İçsel Yolculuk (1)


Felsefe kitaplarıyla başlayan bir arayış, klasik romanlarla derinleşen bir sorgulama ve sonunda sevgiyle tamamlanan bir içsel yolculuk… Bu yazı, hayatın anlamına dair samimi bir keşfi anlatıyor.

Hayat Üzerine Samimi Düşünceler

 

İlk Düşünceler

 

Bir zamanlar Felsefenin Temel İlkeleri adlı bir kitabı okumaya niyetlendim. Georges Politzer’in kelimelerle inşa ettiği bu yapıt, derinliklerinde taşıdığı ağırlığı hemen hissettirmişti. Ancak bu ağırlığın kaynağı neydi? Kitabın kendi doğasından mı geliyordu, yoksa onu anlamaya çalışan zihnimin sınırlarından mı? İşte, bu soruyla başlayan içsel yolculuk, beni uzun süre sessiz bir hesaplaşmaya sürükledi.

 

Kendi kendime telkinlerde bulunmayı denedim. “Sorun sende değil,” dedim, “sadece daha çok çaba göstermelisin. Zihnin yorulmuş olabilir, ama kararlılıkla devam edersen bu sis perdesi kalkar.” Ancak ne kadar uğraşırsam uğraşayım, kelimeler hep yabancı kaldı. Her satır, bana ait olmayan bir dille konuşuyordu sanki; anlam, avuçlarımın arasından ince bir kum gibi süzülüyordu. Bildiğim hiçbir şeyle bağdaşmıyor, öğrendiğimi sandığım her düşünce bir diğerinde yok oluyordu. Kendimi, hiçbir haritası olmayan bir ülkeye bırakılmış bir gezgin gibi hissediyordum.

 

Sonunda kitaptan elimi çektim ve zihnimde yankılanan bir yargıya vardım: “Felsefe, belki de bana göre değil.” Bu karar, aceleyle verilmiş bir hüküm gibi dursa da o an içimi bir rahatlama duygusuyla doldurdu. Ama bu rahatlık, kısa sürede yerini bir tür eksiklik hissine bıraktı. Sadece bu kitaptan değil, tüm kelimelerden, tüm düşüncelerden uzaklaşmak istedim. Sessizliği seçtim. Fakat o sessizlik içinde dahi bir fısıltı yankılanıyordu: Gerçekten anlamayan kim? Sen mi, yoksa kelimelerin kendisi mi?

 

Bu soruyu henüz cevaplayabilmiş değilim. Belki de felsefe, anlamanın ötesinde, anlamayı imkânsız kılan karmaşayı kabullenmekte saklıdır.

 

Arayış ve Çelişki

 

Uzun bir sessizliğin ardından dünya klasiklerinden birkaç kitabı elime aldım. Başta biraz çekingen bir tavırla yaklaştım onlara, çünkü zihnimde hâlâ yarım kalmış kelimelerin ağırlığı vardı. Ama okumaya başladığımda bu defa başka bir hisle karşılaştım. Budala, Rüzgâr Gibi Geçti gibi eserler, beni kendi dünyalarına davet ederken bir çeşit tanıdıklık hissi yarattı. Fena değildi; her satırı, bir dizi ya da film tadında ilerliyordu. Hikâyeler akıcıydı, anlatılar yalındı, fakat bu kolaylık beni tatmin etmekten uzak kalıyordu. Çünkü zihnimin köşesinde hâlâ başka bir soru yankılanıyordu: Anlamakta zorlandığım o kitaplar neden beni bırakmıyor?

 

Felsefe, psikoloji, sosyoloji… Bu alanlara duyduğum merakın kaynağını bilmiyordum. Belki de bu, çevremdeki insanların duruşlarından ve sözlerinden kaynaklanıyordu. Öyle ya, bu tür kitapları okuyup kendini ifade eden kişiler her ortamda ağırlıklarını hissettiriyordu. Onlar, konuşurken bilgeliğin temsilcisi gibi görünüyordu; sanki her cümleleri bir erdem nişanıydı. “Bakın,” diyorlardı, “ben ne kadar çok şey biliyorum!” Bu gösterişli tavırlar, belki de bilginin özü değil, onun bir güç aracı olarak kullanılmasıydı. Ve bu güç, istemsizce beni de içine çekiyordu.

 

Hayat, bir yarış değil mi zaten? İnsan kendini sürekli ispat etme çabasına girişmez mi? Her eylem, her kelime, yalnızca kendimiz için değil, başkalarının gözünde değerli görünmek için yapılmaz mı? Belki de o karmaşık kitaplara yönelmemin asıl nedeni buydu: Kendimi, çevreme ve dünyaya kanıtlama arzusu. Ama bu yolculuk, bir anlam yerine hep eksiklik getirdi. Zihnimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, o kapılar bana bir türlü açılmadı.

 

“Neden olmuyor?” diye sordum kendime. Belki de cevabı, bu yolculuğun yanlış bir başlangıç noktasında olmasıydı. Çünkü kendi içimde arayışa çıkmadan önce, başkalarının gözlerindeki yansımalarda bir anlam bulmaya çalışıyordum. Oysa bu çelişkiler arasında kaybolmuş bir zihin, bilgeliğin kapısına varabilir mi? Belki de sorun, neyi aradığımı bile bilmeden yola çıkmamdı.

 

Sofi’nin Dünyası ve Düşüncenin Kapıları

 

Sahafların tozlu raflarını karıştırırken, elimde bir kitap buldum: Sofi’nin Dünyası. Jostein Gaarder’in kaleme aldığı bu eserin ilk bakışta heybetli ve ağırbaşlı duruşu, beni biraz çekingen ama bir o kadar da meraklı bir ruh haliyle içine çekti. Tavsiyelerin de etkisiyle kitabı satın aldım ve okumaya başladım. İlk sayfalar, sade bir hikâye tadındaydı; karakterler, olay örgüsü derken, kendimi bir romanın akıcılığına kaptırmıştım. Ancak kısa süre sonra satırların arasından filozofların adımları duyulmaya başlandı. Felsefe tarihi, düşünce akımları ve filozofların yaşamları… Tüm bunlar, hikâyenin içine ustalıkla işlenmiş bir yapıdaydı.

 

Kitap, ara sıra hikâyeye dönüyor, ardından bir filozofun fikir dünyasına geçiş yapıyordu. Bu geçişler, önce bir anlamda bir köprü gibi görünüyordu; hikâyedeki karakterlerin yaşamlarıyla anlatılan düşüncelerin arasında bağlar kuruluyor, her şey anlamlı bir bütün oluşturuyordu. Roman okuyordum, evet; ama aynı zamanda felsefenin geniş ufuklarında dolaşıyordum. Anlatım, bu kez daha yalın ve daha anlaşılabilir gelmişti bana. Kitabın yarısına kadar bu düzen böyle sürdü. Her şey derli topluydu, ta ki her şeyin değiştiği o an gelene kadar.

 

Birdenbire hikaye bambaşka bir yola saptı. Roman ve felsefe tarihi birbirine karıştı; gerçek ile kurgu, hayat ile hayal, birbiri içine geçti. Sayfalar ilerledikçe, kitap adeta kendini bükmeye başladı. Şimdi felsefi akımlar, yalnızca kelimelerle değil, olayların içinde yaşıyordu. Sanki kitap bir anlatıcı değil, bir yaratıcı olmuştu; düşünceler artık sadece anlatılmıyor, hissediliyor, yaşanıyordu.

 

Kitabı bitirdiğimde bir süre kendime gelemedim. Öylece oturdum ve düşündüm. Ama bu, gündelik hayatta zihinden geçen düşüncelere benzemiyordu. Bu kez düşünceler daha derin, daha yoğun, daha sorgulayıcıydı. Düşünmek… İnsan olmanın temelidir, öyle değil mi? Ama o an anladım ki, düşünmek sadece var olmakla ilgili bir durum değil, varoluşun özüne dokunan bir eylemdi.

 

Descartes’ın ünlü sözleri zihnimde yankılandı: “Cogito, ergo sum.” (Düşünüyorum, öyleyse varım.) Evet, düşünmek belki de var olmanın bir kanıtıydı. Ama bu yeterli miydi? Düşünmek, sadece varlığımızın bir ispatı mı, yoksa varoluşumuzun sınırlarını genişleten bir yolculuk mu? İşte bu kitap, bana bu soruyu sormayı öğretti. Ve o günden sonra anladım ki düşünmek, hayata, insana, evrene dokunmanın tek yoluydu.

 

Hayret ve Sorgulama

 

Sofi’nin Dünyası’nın ilk sayfalarında karşıma çıkan bir soru, zihnimin derinliklerine kazındı ve o günden sonra hiç silinmedi: “Güneş her gün doğudan doğar ve batıdan batar. Peki ya bir sabah kalkıyorsunuz ve güneş doğmamış… Her yer karanlık ve soğuk. Bu ne kadar hayret verici bir olay olurdu, değil mi? Ama biz, her gün güneşin doğmasına şaşırmıyoruz, hayret etmiyoruz, hatta bunu önemsemiyoruz bile.”

 

İşte bu cümle, felsefenin kapısını araladı benim için. Hayret etmek! Oysa hayret, günlük yaşamda en çok unuttuğumuz şeylerden biri değil mi? Alışkanlıklarımız, rutinlerimiz, bize verilmiş düzenler öyle doğal gelir ki bir gün bu düzen bozulduğunda hayrete düşeriz. Oysa felsefe, her şeyin sıradan kabul edildiği bu alışkanlık perdelerini kaldırarak, her ana ve her varlığa hayretle bakmayı öğretir.

 

Felsefe, birincil olarak şaşırmaktır; hayret etmektir. Bu dünyayı, hayatı, kâinatı sorgulamaktır. İnsan neden buradadır? Varlık neden vardır? Güneş her sabah doğuyorsa, bu nasıl bir mucizedir? Ya bir gün doğmazsa? İşte, felsefe bu soruların izini sürmektir. Hayatı, insanı, evreni anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktır.

 

Felsefe, sadece varlık üzerine değil, varoluşun tüm boyutlarına dokunur. Bilgi nedir ve nasıl bilinir? Ahlak neye dayanır, iyi ve kötü ne demektir? Sanat, insanın ruhuyla hangi bağları kurar? Ve nihayetinde hayatın anlamı nedir? Bu sorular, insan aklının derinliklerinde yankılanır ve varoluşun sırrına yaklaşmak için birer anahtar görevi görür.

 

Ben kimim? İşte, felsefenin temel sorusu da budur. “Ben kimim?” diye sormak, sadece bir özdeşlik arayışı değil, insanın kendi varlığını evrende konumlandırma çabasıdır. Çünkü bir kere bu soruyu sorduğunuzda, kendinizi yalnızca bu dünyanın bir parçası olarak değil, bu dünyayı anlamaya çalışan bir zihin olarak görmeye başlarsınız.

 

Felsefe, belki de hiçbir zaman tam anlamıyla cevaplanamayacak soruların peşinden gitmektir. Ancak asıl mesele, o cevapları bulmak değil, bu soruların ışığında hayatı yeniden görmek, varlığın hayretiyle dolup taşmaktır. Çünkü felsefe, hayata bir çocuk gibi bakmayı, her sabah doğan güneşi yeniden fark etmeyi ve her şeyin bir mucize olduğunu hatırlamayı öğretir.



Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!

Yorum Yap